Ana Sayfa

  • EMAME AKMAN HARMANCI-İKİ ÇORBA

    EMAME AKMAN HARMANCI-İKİ ÇORBA

    Akşam işten çıktıktan sonra eve yürüdüğüm saati ezberlemişti. Beşi kırk geçe civarında dolmuştan inmiş olurdum.  Ana caddeyi bitirip bizim sokağa saptığımda ise adımlarımız yan yana gelirdi. Daima uykulu gibi görünen baygın gözlerinde dostane bir gülümseme belirirdi. Eğer o gün dilediği hasılatı toplayamadıysa yüzü asık olurdu. Bir miktar çocuksu görünürdü böyle zamanlarda gözüme. Beden dili güçlüydü, mimikleri keskin, duruşu havalı. Ancak aklından geçenleri tahmin edemezdiniz. Yüzünde asılı duran o kimsesizlik portresi kendi rızasıyla oraya yerleşmişti. Şikayetçi değildi durumundan. Sessizliği de konuşması da mutlaka bir anlam ifade eden nadir insanlardandı.

    Sık sık uğradığı çorbacının önünden geçerken her seferinde dükkân sahibine selam vermeyi ihmal etmiyordu. Oracıkta, kısa bir anlığına da olsa et suyu ile beraber lokanta usulü pişirilmiş mercimek çorbasının kokusu burnumuza ulaşıyordu. İşten eve döndüğüm bu saatlerde karnımın guruldamasının yegâne sebebiydi. Mercimek çorbası bana göre dünyanın en samimi yemeklerinden biriydi. Ulaşılmaz ya da zor bir tarif değildi elbet. Fakirin de zenginin de sofrasının süsüydü, mesela ramazanda iftarın en önemli unsurlarından biri, kabızlığın da çaresiydi. Benim için o çorbayı özel yapan şey ise karnım açken yolumun her akşam o kokuyla kesişmesiydi.

    Bir gün yine beraber yürürken beni o çorbacıya davet etti. Tereddüdümü belli eder bir tavırla etrafıma bakındıktan sonra daveti kabul ettim. Ancak biraz utanıyordum içeri girerken. Tanıdık birilerine tesadüf edecektim elbette. Bu kaçınılmazdı. Bir adım ileri gidiyorduk. Bu kadarına gerek var mıydı bilmiyordum. İki çorba söyledi. Yüzümdeki endişeyi fark etmiş olacak, yüzüme munis bir şekilde baktı.

    “Ismarlayanın ben olduğumu belli etmeyelim iyisi mi, beni Karun sanmalarını istemiyorum,” dedi.

    Beyaz kâsede sunulan altın sarısı rengindeki çorbalarımız gelmişti. Nedense gereğinden fazla heyecanlanmıştım bu duruma. Sıradan bir şeye böylesine büyük bir anlam yüklediğime hayret ediyordum. Belki de onunla olan görüşmeleri arttırdığımdan beri böyle değişmiştim. Oysa bana ders verme amaçlı konuşmazdı. Yalnızca yaşantısı bir öğretmen olarak yeterdi. Politikadan, futboldan, ekonomiden, sanattan, kitaplardan, hatta ve hatta kadınlardan bile konuşabiliyorduk onunla. Her konu hakkında bir fikri vardı. Hayatın tam içindeydi, bu yüzden fikirlerinin ayakları yere basıyordu.

    Dilimi yakan çorbayı soğumasını beklemeden içmeye çalışırken bu işten ne kadar kazandığını öğrenmeye çalıştım. Hep merak ettiğim bir konuydu. Ekmek sepetindeki taze dilimlerden birini aldı, ikiye bölüp çorbasına bandı. “Hatırı sayılır bir miktar” dedi.

    Lokantanın camekanının önünden geçen bir ahbabımın baş selamına mahcubiyetle karşılık verdim o an, sonra meraklı gözlerle yine ona baktım. Bahsettiği miktar nasıl bir şeydi?

    Devamını okumak için tıklayın.

  • YENİ ÇIKAN KİTAPLAR (5)

    YENİ ÇIKAN KİTAPLAR (5)

    Ülkemizde her hafta onlarca kitap basılıyor. Binlerce yayınevinin membaı olan ülkemizde Türk Edebiyatı’nın nabzını tutmak giderek zorlaşıyor. Herkes kitabını çok güzel ve önemli olduğunu düşünür elbette. Ancak hangi yayınevinden çıktığı, reklamın ne derece kullanıldığı ve okurun rağbeti de yazarın bundan sonraki yazarlık serüvenini etkiliyor.

    Biz de Öykümen Edebiyat olarak haftada bir de olsa yeni çıkan kitaplara dair tanıtıcı içerikler hazırlamaya çalışıyoruz. Bu hafta da dopdolu bir listeyle karşınızdayız:

    1. SERKAN TÜRK-RÜZGÂRLI CAMLAR

    “Bazı yüzleri sonsuza kadar hafızamda tutmak istiyorum.”

    Camlar, Rüzgârlar, Bulutlar… Üç bölümden oluşan ve adını Hilmi Yavuz’un aynı adlı şiirinden alan Rüzgârlı Camlar, şiirle öykünün ortak kaynağından çıkan melez hikâyeler anlatıyor. Serkan Türk’ün kaleminde nehirler sessizce akıp gidiyor, yalpalayan tüm eski gemiler bir şiir gibi eğiliyor suyun içine. Gövdeler, kavanozlar, pencereler boş olsa da bu öykülerde her zaman umut var.

    Giderek sığamıyorum yaşadığım evlere. Evler çatılı, balkonlu, bahçeli ve sessiz oldu hep. Evleri çıkardım şiirlerden ve hayatımdan. Bir evin içinde yaşandı izlediğim son film. Ve şimdi bu ev bozması yerde pencere açık, kapıların önünde oturmuş, zeytin ağaçlarına bakıyorum. Birilerinin geçtiği o küçük patika yolun beni hiçbir yere götüremeyeceğinin bilincindeyim. İlerideki çayırlık yeniden yeşerdiğindeyse burada olmayacağım. Gökyüzünü yeniden görmüş, bulutları selamlamış olmak beni mutlu kılacak.


    2. LEVNİ HAKAN ŞAHİN-SEN HİÇ MERAK ETME

    2025 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görülen Levni Hakan Şahin, küçük, önemsiz görünen şeyleri “abartmayı”, trajedileri, mitleri, canavarları ve kahramanları küçümsemeyi seven bir yazar. Varoluşa dair çetin meseleleri günlük konuşma üslubuyla, olayörgüsünü terk etmeden ele alıyor, gerektiği yerde ironi ve mizah aracılığıyla olaylarla arasına mesafe koyuyor.
     
    Sen Hiç Merak Etme’de anlatıcı sesler, olaylar, mekânlar değişse de öyküler ortak bir estetik ve felsefi duyarlıkla birbirine ekleniyor; yabancılaşmanın kanıksandığı bir çağda ötekine varma çabasından vazgeçmeyen ama hep yenilen, bulunduğu yerde huzursuzlanan, göçen, nereye gitse başka bir yeri özleyen insanın serüvenini okuyoruz.
     
    ‘‘Müdafaa, müdafaa, müdafaa. Hem hattı hem sathı müdafaa. O satıh benliğimdir. Benliğim… Güneşli bir günde ne yaparım? Elim bizatihi neye gider? Bu soğuk şehirde kışları iyi aydınlatılan odalarına kapanıp mühim işlerini halleden ve yaz gelince birden kendinden emin şekilde çiçek açan milyonların bildiği, benim bilmediğim şey ne?


    3. ŞENER ŞÜKRÜ YİĞİTLER-OLAĞANÜSTÜ HALLER DİYARINDA

    Telaşlı bir cırdon gibi etrafı tırmalaya tırmalaya, koklaya koklaya köşeye ulaştı. El yordamıyla kubur gibi bir şeyler aradı. Bir birikintiye değdi eli. Tamam. Az berisinde gezdirdi. Vıcık vıcık bir şeyler avuçladı bu sefer. Tamam. Gider deliğini de hemen altında buldu. Parmaklarını soktu. Bu da tamam! Bütün malzemeyi meslekten gelen alışkanlıkla birbirine yedire yedire, kıvam alana dek yoğurdu. Üstünü çıkardı. Vücudunu baştan sona hazırladığı macunla sıvadı. Yağ gibi kayıyordu her yeri. Yumruğunun girdiği her yerden artık geçebilirdi. Şehrin bir ucundan diğer ucuna lağımlararası bir yolculuk yapması lazımdı; şimdilik bu, tek sıkıntısıydı…
     
    Şener Şükrü Yiğitler’in öykülerinde bilindik gerçekliğin ötesine geçen, hayal gücünün imkânlarını zorlayan, edebiyatın tehlikeli, dehşetli ve grotesk sularında bir Olağanüstü Haller Diyarı var. Sıradışı olaylar, mucizevi durumların içinde yol alan gerçek ve kurmaca öykü kişilerinin peşi sıra ulaşılabilen bu fantastik diyara -sanılanın aksine- tavşan deliklerinden değil, gerçek ve düş arasındaki korkulu, tekinsiz yollardan çıkılıyor.

  • AHMET YETİK-DAMAT

    AHMET YETİK-DAMAT

    “Hoca gel hoca, gel de bir çayımızı iç”

    Camiden dışarıya adımımı atar atmaz Bahtiyar Abinin sesini işitiyorum. Kafamı kaldırıp kahvehaneye doğru bakıyorum. Bahtiyar Abi bana bakıp gülümsüyor. Eliyle de gel işareti yapıyor bir yandan. Ben de gülümseyip kafamı sallıyorum. Ayakkabılarımı giyip yanına gidiyorum.

    Selamunaleyküm, aleykümselam.

    “Ee alışabildin mi hocam buralara?”

    “Eh hâliyle insan biraz zorlanıyor Bahtiyar Abi. İstanbul’un keşmekeşine alışmışız, buralar çok sakin.”

    “Keşmekeş mi? O nedir hocam?”

    “Yani, çok hareketli diyorum.”

    “He, anladım hocam.”

    Elindeki on yedilik efe tesbihini masanın altından çıkarıp sallıyor.

    “Muhsiin, Muhsiiiin! İki dene çay getirve len!”

    Köye geldim geleli adam akıllı sohbet edebildiğim tek kişi Bahtiyar Abi. Minibüsü var bir tane. Her gün ilçeye gelir gider. Zamanında İstanbul’a gitmiş çalışmaya. Minibüsü de buradaki tarlaları satmış da almış. Uzun zaman çalışmış orada. Ama sonra bir çete türemiş. Kendinden olmayana iş yaptırmıyorlarmış. Ya haraç vereceksin ya bu diyardan gideceksin demişler. Kabul etmemiş tabii. Minibüsünü yakmaya kalkmışlar gece vakti. Bahtiyar Abi o sırada kahveden dönüyormuş. Durumu anlayınca yerden bir taş almış, adamlardan bir tanesinin kafasına geçirmiş. Adam oracıkta düşmüş. Ama öldü mü yoksa bayıldı mı bilmiyormuş. Binmiş minibüse, basmış köye. O vakitten beri de burada çalışıyormuş. Bahtiyar Abi babacandır, hoşsohbettir, iyi adamdır da camiye anca cumadan cumaya gelir. Dur bakalım zamanla alıştırırım.

    “Hoca daldın gittin yine, çayını soğutcen!”

    “Seni şu camiye nasıl alıştırırım diye düşünüyorum abi”

    Ben öyle deyince okkalı bir kahkaha atıyor.

    “Benim kalbim temiz be hoca”

    Şimdi gel de bu adama anlat. Neyse diyorum, kafayı sallayıp geçiyorum. Çaydan bir yudum çekiyorum. O sırada köyün delisi İrfan gözüküyor. Kahvehanedekiler onu görünce homurdanıyorlar. Bahtiyar Abi de gülerek söyleniyor.

    “Bizimki yine almış çuvalını yanına.”

    “Çuvalı alınca ne oluyor ki abi?”

    “Hoca tabii sen bilmiyon bunun huyunu. Bak şimdi iyi izle.”

    “Damat, len damaat! Buree ge bi len.”

    İrfan, sesi duyunca koşa koşa geliyor yanımıza.

    “Otuu buyu len şure. Damada çay getir len Muhsin!”

    İrfan sorgulamadan oturuyor. O da kahveciye sesleniyor.

    “Dört dene şeker gomaa unutma haa!”

    Muhsin elinde çaylarla gelirken bizim masaya bakıp gülümsüyor.

    “Hiç unutur muyum len damat!”

    İrfan gülümsüyor. Damat denilmesi hoşuna gidiyor anlaşılan. Sol eliyle, kucağına koyduğu çuvalı sımsıkı tutuyor. İlgimi çekiyor. Bahtiyar Abiyle göz göze gelince “bak şimdi iyi seyret” der gibi bir bakış atıyor.

    “Ee, yolculuk nere damat?”

    “Heç, öle dolaşmaa çıktımdı.”

    “Hadi hadi. Geçcen u işleri sen buyu. Yine kimin gönlünü yakcen len?”

    İrfan utanıp iyice pısıyor. Bahtiyar Abi aradığı damarı bulmuş olacak ki oturuşunu düzeltip kendini İrfan’a doğru yanaştırıyor. Elindeki efe tesbihinin sesi de kesiliyor.

    “Bak ne decen sene. Çınarcık köyünde bir gız vamış diyolla, bir içim su mübarek! Tam sene layıkmış. Gidem de istiyem mi len? “

    “Omaz benim başka sevdeem va!”

    İrfan, bunu derken birden kabarıyor. Aslan kesiliyor resmen. Bahtiyar Abi de kendini korkuyla geri çekiyor. Ama oyunun bir parçası olduğu hareketlerinden anlaşılıyor.

    “Bakın hele şuna! Bir de gız beğenmez omuş it! Kimmiş len bu? Söle de bilem.”

    “Omaz sölemem. Söz vedim ben yârime.”

    İrfan son sözlerini söylerken kucağındaki çuvala iyice sarılıyor. Bahtiyar Abi sırıtıyor.

    “Kim len söle de yan gözle bakan olusa endirveriz aşşarı!”

    “Kimse yan gözle bakamaz benim Gülsüm’üme. Gülsüm pek heybetlidir. Ben bilem ko’karım gıyına gittim mi?”

    Devamını okumak için tıklayınız.

  • YENİ ÇIKAN KİTAPLAR (4)

    YENİ ÇIKAN KİTAPLAR (4)

    İklimler dönüyor…

    Zamanın amansız geçişine karşı bir anlık durdurma vaktidir kitapları eline almak. Kuru ayaza, yahut denizden gelen sert lodoslara karşı elimizde sıcacık bir çay, gözlerimiz kitaplara düşmüşse eğer bizden bahtiyarı yoktur.

    İşte bu hafta da size en yeni kitaplarla bu yolda bir nefes açmak istiyoruz:

    1. SELAMİ KARABULUT-RÜYA ALBÜMÜ

    Rüya Albümü, okuru, şiirsel bir dil ve keskin psikolojik gözlemlerle örülü bir varoluş muhasebesine davet ediyor.

    Eser, okurunu, bir yandan emekliliğin ardından hayatın “üstünde durmaya değmeyecek kadar anlamsız” olduğunu düşünen Şakir Bey’in bıkkınlığına, diğer yandan travmatik kayıplarla yüzleşirken rüya ile gerçeği ayıramayan Asuman’ın “korkunç” çaresizliğine ortak ediyor.

    Kitap, okura, yazarın kendi sırlarını ve zihnindeki karmaşayı olduğu gibi, “yalın ve sıradan” bir dille aktardığı sarsıcı bir deneyim sunuyor.


    2. MUSTAFA EVERDİ-KEKEME EDEBİYAT

    Bizim yazarlarımız neden sınır ötesine geçemiyor? Harari’den, Zweig’dan, Kafka’dan neyimiz eksik?
    Olaylara bakışımız kimlikler üzerinden çünkü. Bunu aşamadığımız sürece, sınırları da aşamayız. Bu ancak, acıları ve sevinçleriyle, beklentileri ve hayal kırıklıklarıyla insanı anlatmayı başardığımız zaman mümkün olur. Yetmiş iki millet nezdimizde bir olur. Kimlik ikinci planda kalır. Girdiğimiz edebi-sanatsal iklimde kişilik ortaya çıkmaya başlar. Birey olduğumuzu fark eder, sürüden uzaklaşır, kimlikler dışında/üstünde bir insan anlayışına ulaşır, insan olmaya yöneliriz.
    Kimlikten bakınca Rus Moskoftur, Egenin öte tarafı Yunan’dır, İngiliz emperyalist, ABD zalimdir. Yahudi öteki, şeytan, sapıktır. Kemalist için çarşaf öcü, çarşaflı için ruj Lilith olmanın alametidir. Toplumsal olan parçalı, dünya biz ve düşmanlarımız diye açıklanır, tanımlanır, tasnif edilir.
    Oysa Dostoyevski, Çehov, Tolstoy okuyunca kimliğimize düşman olan Moskof insan olur, acılarına üzülür, sevinçlerine katılır hatta özdeşleşiriz o Rusla. Kazancakis okuyunca denize döktüğümüz, Venizelos’un torunları güzelleşir birden, yüreğimize alıp ısıtmak isteriz. Uzun bacaklı, kırmızı ceketli İngiliz, Dickens da bizim gibi acı çekiyor, neler yaşamış, diye neredeyse ağlamaklı oluruz.
    ‘Biz’i inşa eden değerler geçmiştedir. Geçmişten gelen hatıra ile toplar çevresine okurlarını. O hatıralar geçmişin değer yargıları içinde anlamlı olabilir. Bugün bizi geleceği kurmaktan alıkoyan yüklere dönüşür belki de.
    Zamanına seslenmeli, çağdaşlarına seslenmeli edebiyat-sanat. Geleceğe. Bunu başarabilmesi dünyayı anlamayı gerektirir, yargılamayı ve şeytanlaştırmayı değil.
    Kekeme Edebiyat, bunun yol ve yöntemini arayan bir kitap.


    3. HATİCE BİLDİRİCİ-ÖYKÜ RİSALESİ

    Her dönemde biçimi, yönelimi değişse de hikâye, yaşamanın kırık yerlerini gösteren en esnek tür olmayı sürdürür. Öykü ise çağın dalavereleri içinde; modern insanın kendi yalnızlığını, çaresizliğini ve diğerlerini anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı mütevazı bir tahkiye formudur; pek kıymetlidir, “şiirin uzun saçlı kız kardeşi”dir.
     
    Bu kitaptaki denemeler öykü türünü odağa almış, bazen kötü yazılmış öykülere ve onları beğenmiş gibi yapanlara karşı bir isyan bazen de öykü türünün güzelliğine ve inceliklerine yönelmiş bir dikkattir. Öykü yazmaya niyet etmiş taliplere ve edebî atalara selam eden bu risale; en çok da yazının kalbine biraz daha yaklaşma çabasıdır.


    4. ÜLKER BANGUOĞLU BİLGİN-YALIDA BİR GECE

    Ülker Banguoğlu Bilgin, 60’lı 70’li yılların Türkiye’sinde bir genç kızın, kendini bulma yolculuğunu ve yetişkinlik dönemindeki hayat mücadelesini anlatırken aslında iç içe geçmiş öykülerle bir ailenin, 80’li yıllara kadar uzanan dramını gözler önüne seriyor. Yaşanan aile içi dağılmaların, bocalamaların yanı sıra ülkedeki çalkantılara da yer veriyor.

    Yalıda Bir Gece’de, bir gençlik aşkının naif heyecanı ile ülkenin siyasal ortamında yaşanan akıl almaz şiddetin ve acıların yarattığı tezat, okuyucuyu bir uçtan diğerine götürerek hayatı tam da olduğu gibi yansıtıyor.

  • KEVSER ÖZDAMAR-MAİK

    KEVSER ÖZDAMAR-MAİK

    Gözlerini açtı; günaydın, dercesine kendisine bakan, beyaz uykudan tan kızılıyla uyanmış güllerle, bir de onların dalına konmuş Arap bülbülünün nereye baktığı hiç belli olmayan beyaz çerçeveli iki gözüyle karşılaştı. Tam bu manzaraya layık bir esintiyle bu manzaraya layık olmayan yapıklı saçları dalgalandı. Yalın ayak, sahilde birbirine doğru koşan aşıklar gibi, bir kıyının denize çağrısı gibi, güle ve bülbüle vurdu bu dalga. Üstüne üstlük bülbülün başından siyah, gövdesinden gri, kuyruğundan biraz sarı tüy kopardı, gitmeden kıpkırmızı gülün yapraklarından da bakkal çuvalından çekirdek çalıp kaçan bir çocuk gibi birer ikişer alıp beraberinde götürmeyi unutmadı. Bu çakırkeyiflik gül bahçesinde cümle hububat ve hayvanat hep bir ağızdan terennüme başladı; hayvanlar ses tellerini kanuna, saza vurur gibi titretti, rüzgâr da bir keman yayı gibi çiçeklere ve ağaçlara değip bu senfoniye eşlik etti. Gözlerinden yaşlar akarak dudağında yarısından bölünmüş bir gülümsemeyle uyandı.

    *     *     *

    Bu sabahki düzeni de önceki sabahlardan farklı olmadı. Kalktı, mesajlara maillere baktı, alışveriş uygulamasından gelen bildirimi açıp hiç almayacağı ürünleri sepete attı, tekrar yatağına gömülüp beş dakika daha gözlerini kapattı, göz kapakları titrediğinden bu yapmacık uykuyu daha fazla devam ettiremedi, uykusunun kaçtığı aşikârdı. Elini yüzünü yıkayıp hazırlandı, evden çıktı.

    Evden çıkar çıkmaz yüz ifadesi ve tüm fikri değişti, bir boyuttan başka boyuta ışınlandı adeta, bunun farkındalığı içinde ve bu farkındalığın sıradanlığını kabullenişiyle karanlık bir tünele girer gibi, temkinli adımlarla yürüdü sokağa. Ciddiyetinin kaynağı boşvermişliğini ve kendinden de sakladığı nefsani arzularını birbirine karıştırıp beyninde kaynattığı bu çorbadan yudum yudum içerek hayatta kalacağı bir güne hazırlıyordu kendini.

    Fakat nedendir ilginç bir şey vuku bulmuştu şu sıradan saatlerinde; yüzüne esen hafif meltem, unuttuğu ve önemli olup olmadığını bilmediği birtakım anıları zihninin karalarına atmaya çalışıyor gibiydi, pet şişede bir mektup gibi. Nihayet rüyasını hatırlar gibi oldu ama bu hatırlayışı, ne yüzünde ne de zihninde pek de bir şey değiştirmedi. Bir gülümseme ile dudaklarını oynatamayacak kadar duyarsız olduğunu kendisine telkin ederek bu sözde ilginç ânı da sıradanlığın içine gömdü gitti.

    Çalıştı, yemek yedi, birileriyle selamlaştı, her zaman olduğu gibi “l” harfini telaffuz edemedi, mesajlaştı, yine çalıştı, bir kahve içti, bir de çay içti, çayın demi epey acıydı, yüzünü buruşturdu, bardaktaki son yudumu sırf adettendir diye bıraktı, yine çalıştı, eve dönme vaktinin geldiğini anımsadı, toparlandı, birilerine selam verdi, ismini unuttuğu birine iyi akşamlar diledi, yine “l” harfini telaffuz edemediğinden bu hareketi, komik göründüğü hissini değiştiremedi. Tüm gün sanki cebinde taşıdığı aynı ciddiyetle caddelerde sokaklarda yürüdü, izleniyormuşçasına tavırlar içinde anahtarlarını çıkarıp yavaş hareketlerle evinin kapısını açtı, içeri girer girmez yüz ifadesi ve tüm fikri değişti. Beş on dakika bu vaziyette kuru yere uzandı, gözlerini kapattı, göz kapakları titremeye başlayınca kalkıp yıkandı, giyindi, yemek sipariş etti, bu sırada kalbini daraltacak bir müzik açtı, müziğin efkarıyla yedikleri boğazına dizildi, yine de müziği kapatmadı, biraz boş boş dolaştı, biraz mesajlara baktı, sonra sıkılıp telefonu bıraktı, kendini yatağa attı, yirmi beş dakika uyumayı bekledi, sonra kaçıncı dakikada uyuduğunu fark etmedi.

    *     *     *

    Sâbâ makamı ile bülbül sesi nedense zihninde özdeşleşmiş olmalıydı ki sanki bülbül bu makamda şakıyordu. Gül de ona eşlik etmek istediğini adeta ilan ediyor, tan yerinden yakaladığı ışıklara bezenmiş, şavkıyordu. Yine bir rüzgâr esti ama gülün bir dalını kırdı bu defa. Yüreği hopladı, gözleri bülbülü aradı, neyse ki bülbülü bir diğer dalda görünce içi rahatladı. Rüzgâra kızacak gibi oldu ama güle bir döndü baktı, onda öfkenin hiçbir belirtisini bulamadı. Rüzgâr ise hâlâ hırsını almamış olmalıydı, fırtınadan hallice esti üzerine, bu defa kendisinin sol kolunu kırdı. Hakikaten rüzgâra kızmaya niyetlendi bu kez ancak sol kolunda bir nebze acı duymadığını, esas acının sol kolundan daha içerilerde, böbreği ile göğüs kafesi arasında bir yerlerde olduğunu hissetti, böylece rüzgârı da gülü de bülbülü de unuttu, derin ve derûn sızısının gözyaşları içinde uyandı.

    *     *     *

    Alarm kendi kendini iki kez ertelemiş, üçüncü çığlığını odasının duvarlarında gezdiriyordu. Basit bir ritim, düzenli bir şekilde tekrar ediyor duruyor, bu sesi duymak bir müddet sonra işkenceden farksız oluyordu. Alarmı kapatırken şu sesi artık değiştirmesi gerektiğine kanaat getirdi ancak bununla uğraşmaya da bir hayli üşendi.

    Kalktı, yıkandı, kurulandı, su ısıtıcısını çalıştırdı. Makinenin kireçleri yüzünden gelen gıcırtıları, uzun havaları dinledi, boş bardağa kaynar suyu dikkatsizce doldurdu, sallama çayı bardakta yüzmeye bıraktı, dolaptan bir dilim buzlu ekmek çıkardı, çaydan aldığı ilk yudumla dilinin ucunu yaktı, soğuması için çayı masaya bıraktı. Mesajlara ve bildirimlere baktı, telefonu şarja taktı. Döndüğünde ekmeğin buzu çözülmüş, çay da soğumuştu. Biraz çikolata sürdü ekmeğe, üç lokmada bitirdi, çayı da alıp bilgisayarının başına gitti. Bilgisayar koltuğuna oturduğu an da yüz ifadesi ve tüm fikri değişti. Yine garip bir müzik açtı, müziğin oynak ritmine kendini kaptırınca ruhu sıkıldı, sesi kapatır kapatmaz rüyasından hatırladıkları, aklında parlak bir fikir gibi canlandı. Manasız buldu bu fikri şu an nedense. Katı yürekli miydi yoksa? Nereden çıkmıştı canım bu soru da böyle? Katı yürekli adam sever miydi, daha önce sevmişti ya iki kere. Gerçi bir kere sevmiş, ikinci kere sevmek üzereyken kendini engellemiş, ilkin hatırasına toz kondurmak istememiş, yalnız anlarında koynuna sığınacağı yegâne acıyı yok ederse tutunacak başka bir dalı olmayacağından çekinmişti. Hoş, sevmeyi kontrol edebiliyorsa bu yüreğe de girdiği kabın şeklini alan bir sıvı yürek denilebilir miydi? Maddenin kaçıncı haliydi yahu bu yüreği o zaman?

    Yine rüyası aklına geldi, çıt diye kırılan gül dalı ve bir diğer dalında oturan bülbül gözlerinde canlandı. Burada bir soru-cevap, bir neden-sonuç, hiç olmadı bir 5N1K ilişkisi var gibiydi hatta zihni bu işi çoktan çözmüş, kendisiyle oynuyor olmalıydı, sonuçta bu hatırlayışlarının kastî olduğuna şüphesi yoktu. Yine de bilgisayar başında oturmanın verdiği özgüvenle tüm bu fikirleri zihninden kovabildi. Neticede hayatta daha mühim işleri vardı, karşısında seyrettiği 83 inç 4K Ultra HD ekranda yazan şeyler gibi.

    Velev ki taş yürekliydi hadi, ya öyle olmasaydı nasıl sevmek denirdi buna? Eylül akşamlarında şehri Anadolu’dan Avrupa’ya taşıyan deniz dalgalarını yalnız başına seyrederken sevilir miydi? Balıkçı teknelerine sessiz birer selam yolladıktan sonra yere tuzak gibi uzanmış bir oltaya takılıp yüzüstü düşmekten kıl payı kurtulduğunda etrafında kimse şöyle kollarından kavrayıp “iyi misin” demedikten sonra sevilir miydi? Yollar uzadıkça sabır, ömür, bir kum saatinin yarısı gibi tükenirken sevilir miydi? Geniş, kemikli ve kudretli elleri, yalnızca bir çay bardağının ince belini kavrayabilirken ve yalnızca çayın sıcaklığını ellerinde hissederken sevilir miydi? Gökyüzüne bakıp aynı mehtabı seyrediyor olma fikriyle avunularak sevilir miydi? Yere doksan derece dik vadilerde gezerken ağlanacak haline gülen bir dağ keçisi sevilir miydi? Kalbine hislerini gömmek üzere açtığı mezar derinleştikçe ve bu dipsiz kuyuya düşüp durdukça sevilir miydi? Aklına esip de ziyaretine uğradığı mahpusu son dakika değişen fikriyle bekleme odasında yalnız bırakıp giderken sevilir miydi? Düşündükçe batıyordu herhalde.

    Devamını okumak için tıklayınız.

  • YENİ ÇIKAN KİTAPLAR (3)

    YENİ ÇIKAN KİTAPLAR (3)

    Akşam saatleri…

    O en yorgun anlardan bir andasınız belki. Aklınıza bir şarkı düştü ama hatırlayamadınız. Belki bir şiir, belki de bir kitap…

    Aklınıza düşenleri hatırınıza belki getiremeyiz ama matbaadan taze taze okura sunulan eserlerle bir kez daha karşınızdayız.

    Buyurun efendim:

    1. HAKAN BIÇAKÇI-GEÇİCİ MANZARI

    “Aylardan Efsane Kasım, günlerden Şahane Cuma’ydı. Fakat manasızca renkli reklam panolarındaki bu hesaplı coşkuya kapılan yok gibiydi. Metronun içi cenaze evini andırıyordu. Birbirinden koyu montlu, birbirinden mutsuz suratlı, birbirinden eğri duruşlu bir yığın insan farklı boşluklara dalıp gitmişti.”

    Dikkate alınmaması gereken alarmlar, ilaçlanması gereken böcekler, düzeltilmesi gereken yamuk zeminler, bir sabah uyandığında manzarası değişenler, yorumlanamayan rüyalar, biriken çöpler, önemli toplantılar, önemsiz kanamalar, asit yağmurları, akvaryumlar, kafesler, daireler ve betonla kuşatılmış şehrin sanki hem içinde hem de dışında soluk alan hayvanlar…

    Hakan Bıçakcı’dan Geçici Manzara. Çoğunlukla tuhaf, şimdilik yeni öyküler.


    2. ÜZEYİR KARAHASANOĞLU-DÜNYA BİR MANZARA

    Dünya Bir Rüzgâr’da yüzyıllar ötesine savrulacak, Beyazıt Kulesi’ne çıkacak, bir hayvan türünün yok edilmesine tanık olacak, ölememe lanetine tutulan korsanla kürek çekeceksiniz. Alevler ahşap konakları cayır cayır yutarken tulumbacı sevgilisinden başka şey düşünemeyen bir kadının yüreğini kavuracak, evvelinde bir acayip şeyhin gölgesine sığınacaksınız. Dahası kadim rüzgârın kollarında en çok siz değişeceksiniz. Yoksa kuru otlar yine uçuşacak tenhalarda, uğursuz bulutlar yine peyda olacak semada.

    Tarihin büyüsü, anın gücü insanın tekinsizliğiyle canlanırken öykücülüğünde yepyeni bir sayfa açıyor Üzeyir Karahasanoğlu.

    “Art arda beş altı kuşun işini gören Fazıl Reis “Gelin alın şunları,” dediğinde nutkumuz tutulmuştu. Yine de atıldık kadırgadan. Kayaların üzerinde çarçabuk yolduk tüylerini. Binlerce kuşun önünde öldürdüklerimizin tüylerini yolmak hoş değilse de neler görmüştü bu gözler neler! Sonra ikisi kazanlara atıldı, üçü çevirmeye takıldı, birazı çorbaya, pilava ayrıldı. İlk orada duyduk, guark kuşunun ateşe damlayan yağlı etinin kokusunu ve ilk orada dişledik, kızarmış etini. Kudurtan bir lezzeti vardı ve binlerce göz üzerimize çevriliyken bile daha fazla yiyebilmek için birbirimizle yarışıyorduk. Haftalardır boğazımızdan kayda değer tek lokma geçmediğinden miydi bu vahşiliğimiz? O an öyle sanıyorduk. Hâlbuki hiçbirimizin bilmediği bir kapıdan geçmiştik. Her öğün yiyebilir, doyduktan sonra yiyebilir, çatlayana kadar yiyebilirdik. Nitekim öğürürken bile yeni lokmalar tıkmanın telaşındaydık ağzımıza.”


    3. BAHTİYAR ASLAN-BENİM SURETLERİM VAR

    Mutlu mu öldü o ihtiyar? Bir şeylerden, birçok şeyden kurtulduğunu, sırtında bir kambur gibi taşıdığını söylediği düşlerinden kurtulduğunu düşünerek gülümsedi mi son nefesinde? Karısına sormayı çok isterdim. Fakat “Ölürken yanında değildim.” diyormuş kadın. Ölürken yanında biri olmalı insanın. Ölürken gözlerine huzurla bakabileceği biri. Ölürken ellerini tutan biri…
     
    Kirpiklerin bombozdu, güneş ışığında görünmez olurdu biliyorsun. O tuhaf kalemlerle kirpiklerini kalınlaştırır, koyulaştırırdın da ancak gözükürlerdi. Başucumda dursan ölürken, ellerimi tutsan ben yine de kirpiklerinin bozarmasına mı dikkat ederdim acaba diye düşündüm nedense… “Yolun açık olsun.” Sana bunu demek isterdim ve senin, ölürken bana bunu söylemeni. Ölümden sonraki yolculuk ne ki? Ne kadar uzundur ve kaç zaman sürer? Nereye varılır? Yazılanlar, söylenenler ya tamamen sembolden ibaretse, ya bambaşka bir dünyaya uyanacaksak? Geri gelip kime hesap sorabiliriz ki? Fakat yine de mesut ölmek istiyor insan. Mesut yaşamak istediği gibi. Ama ölürken mesut olma isteği, mesut yaşama isteğini aşıyor yine de. Yahut bana öyle geliyor.

  • RECEP ÇELİK-AYDAN GÜZEL

    RECEP ÇELİK-AYDAN GÜZEL

    Kabilemin toprakları gözle sınırlandırılamayan, kumları altın gibi parlayan, gâhi yakan gâhi donduran ama her şeyden ziyade insana yalnızlığın nefesini üfleyen bir çölde, bir serabın tam ortasında. Vaha diyeceğimi, yanlışlıkla serap dediğimi zannetmiş olabilirsiniz. Hayır, yanlışlıkla söylemedim. Kabilem bir serabın tam göbeğinde yaşıyor. Göz yalancıdır, kandırır sizi. Güzeli çirkin, çirkini güzel, doğruyu yanlış, yanlışı doğru göstermede üstüne yoktur gözün. Serap da bir göz yalanı ve kabilem o yalanın içinde. Bu çöl dünyanın neresindedir, hangi yarım kürede kalmaktadır, bir dönencenin içine denk gelmekte midir bilmiyorum; bilmiyoruz. Sadece yaşıyoruz biz bu çöl serabında.  

    Bu seraba nasıl mı geldik? Ben bu çöl serabında doğan yedinci kuşaktayım. Ama buraya gelişimizin hikâyesi, okula giden her öğrenciye her yıl, hiç anlatılmamış gibi baştan anlatılır. Ayrıca bu seraba geliş yıldönümümüzde düzenlenen, yedi gece aralıksız süren kutlamalarda da kabilemizin destan anlatıcıları bir ateşin etrafında, ellerinde kopuzlarla anlatırlar bu hikâyeyi.

    Bu seraba gelmeden önce bir dağın güney yamacına kurulmuş, ortasından şırıl şırıl bir dere akan, etrafını çınar ağaçlarının el ele vererek kuşattığı, yeşili bol, havası berrak bir köyde yaşıyormuş kabilem. Köyde çıkan kumtaşından mezar taşları oyarmış o zamanlarda kabilemin insanları. Bu dünyanın öleni bitmez, tükenmez. Geleni öğütür bu dünya. Bundandır, bu zanaat çok güldürmezmiş lakin öldürmezmiş de kabilemin yetinmeyi bilen insanlarını. Aklına uyarak, rehberliğine sığınarak, ululuğundan medet umarak buraya geldiğimiz Koca Pir de o köyde açmış gözlerini dünyaya. El ele tutuşmuş çınar ağaçlarını görmüş, dereninin şırıl şırıl ninnisinde derin uykulara yatmış. Baba vefat ettiğinde babasının mezarı için gerekli olan taşı oğulun, birden fazla varsa en büyük oğulun, yontması süregelen bir gelenekmiş. Babası vefat etmiş Koca Pir’in lakin âşıkmış Koca Pir; yüzünü dünya gözüyle hiç görmediği, ona hep rüyalarında görünen bir aydan güzele hem de. O aydan güzel ki aydan parlakmış yüzü. Yüzüne bakmaya cüret edenlerin gözlerini kamaştırırmış. O aydan güzel ki koyu yeşil saçları büklüm büklüm beline dek dökülür ve her bir teline bin âşık takılırmış. O aydan güzel ki gözleri simsiyah iki kuyuymuş, serinliğine memleket kurulurmuş. O aydan güzel ki teni çöl kumlarından beter yakarmış, dağlarmış. O aydan güzel ki ayaklarının bastığı kurak topraklar bereketle dolarmış. O aydan güzel ki elleri aşığının nefesini yakalar, iki parmağının arasında toz gibi ufalarmış. O aydan güzel ki aydan katbekat güzelmiş, yoluna can pespaye edilirmiş fakat Koca Pir onun adını bile bilmezmiş. Hem bilse adını, söylese dudakları o adı, leblerinin kavrulacağını da adı gibi bilirmiş.

    Bir sabah güneşine kurban edilirken yaprakların üzerindeki şebnemler, küçük keserini mahir sağ eline almış; dağlardan kesip getirdiği kumtaşlarının başına oturmuş, babasının mezar taşını yontmaya başlamış Koca Pir. Fakat rüyalarında ona görünen aydan güzelin hayali gözünün önünden bir türlü gitmiyormuş. Kumtaşını tutan sol eli ile keseri idare eden sağ eli bir süre sonra gönlünün dediğine uyuyor ve mezar taşı yontayım diye çıktığı yolun sonunda o aydan güzelin bir büstünü oyar buluyormuş kendini Koca Pir. Her seferinde, her seferinde o aydan güzelin büstü duruyormuş karşısında. İki serin kuyu olan gözleri ona bakıyormuş. Yüreği ferahlık buluyormuş, göynü esenlik doluyormuş.

    Yeni şebnemler doğup yeni şebnemler kurban oluyormuş, Koca Pir ağlıyormuş, annesi ağlayıp dizlerini dövüyormuş, kız kardeşi üstünü başını yırtıp tırnaklarını yüzüne geçiriyormuş. Köylü kapısında kuyruk olup onu seyrediyormuş lakin o mezar taşı niyetiyle başlayıp büstle tamamlıyormuş yolculuğunu.

    Tam doksan dokuz tane büst etmiş Koca Pir’in yonttuğu. Ne gönlü ne elleri söz dinliyormuş Koca Pir’in. Babasının can çekilen bedeni salonun ortasında boylu boyunca yatıyormuş. Karnı şişmeye, teni yeşil bir renk almaya, derisinde kabarcıklar görülmeye, rengi kaçmış damarlar belirginleşmeye başladığında katlanılmaz bir koku da köyü ihata altına almaya başlamış. O kadar ki tarlada baş veren buğday olduğu yere çökmeye, ağaçlardaki meyveler çürümeye, köyün ortasından geçen dere suskunlaşmaya başlamış. Kediler, köpekler kaçıyormuş köyden. Yabani hayvanlar dahi köyün çevresine yaklaşmaz olmuş. Köyün üstünden kuşlar uçmaz, yanlışlıkla yol düşüren şaşkın kuşlar da avlanmışçasına yere düşer olmaya başlayınca köyün uluları baş başa vermiş. Mezar taşını kendileri yontmaya, Koca Pir’i de lanetiyle birlikte köyden def etmeye karar kılmışlar aynı anda havaya kalkan ellerle.

    Koca Pir aydan güzelin hayaliyle yonttuğu doksan dokuz büstünü tek tek öpe koklaya ipeklere sarmış. Sonra onları, bembeyaz bir atın çektiği arabaya o zamana dek yeryüzünde görülmemiş bir hürmet ve ihtimamla istiflemiş. Tam altı gün sürmüş bu yükleme işi. Yedinci gün, altı gündür ağlayan gözü yaşlı annesinin elini öpmüş, yüzü tırnak yırtığı olan kız kardeşine sarılmış. Tam yola çıkacağında Koca Pir’e haksızlık yapıldığını düşünen, aşkı şu dünyada her şeyin üzerinde tutan çocuksuz yedi çift çıkagelmiş. Koca Pir’in eteğine yapışmış ve hep birlikte yola koyulmuşlar. Geride kalanlar ellerinde işlemeli mendil, gözlerinde yaş köyün çıkışına kadar onlara eşlik etmişler. Yol boyunca köyün ulularından son kez ricacı olunmuş, onların ayaklarına kapanılmış lakin katır gibi inatçıymış onlar, aldıkları karar kesinlikle uygulanacakmış. Yoksa lanet bu köyün yakasını bırakmazmış. Böylelikle Koca Pir’in yularını çektiği bembeyaz atın sürüklediği arabanın ardında yedi çocuksuz çift ve onların yanlarında götürdükleri kasları titreyen atlar, şefkatli koyunlar, güçlü koçlar, hüzünlü kuzular, sütten yeni kesilmiş buzağılar bir bayram alayı misali köyden çıkmış. Köyden çok fazla ırayamadan köyün delisinin de uzaktan uzağa onları takip ettiğini fark etmişler, el edip göz süzmüşler, o da bir gürgen dalından yaptığı atına atlayıp rüzgâr gibi yanlarına ulaşmış.

    Yürümüşler, dağları aşmışlar. Yürümüşler, gürül gürül akan derelerden atlamışlar. Yürümüşler, dümdüz ovalardan toz kaldırmışlar. Yürümüşler, balta girmemiş ormanları artlarında bırakmışlar. Koca Pir ardına bakmadan yürümüş, köyün delisi gürgenden atında dimdik bir şekilde yanı başındaymış. Ardındaki çocuksuz yedi çiftin her birinin birer çocuğu olmuş. Yürümüşler. Koca Pir “İşte, burası yeni köyümüz.” diyene dek yürümeye de ant içmişler. Ayakları patlasa da, parmakları kırılsa da yürümeye yemin etmişler. Geçtikleri yerlerde kuşlar şakıyarak selamlamış onları, ceylanlar Koca Pir’in önüne düşüp yol göstermiş onlara. Karlı mevsimde üşümesinler diye kurtlar postlarını soyunup onlara sunmuş. Ağaçlar onlar için türkü söylemiş. Dereler onlar geçecek diye suyunu kesmiş. Çimenler onlar için padişah döşeği olmuş.


    Devamını okumak için tıklayınız

  • YENİ ÇIKAN KİTAPLAR (2)

    YENİ ÇIKAN KİTAPLAR (2)

    Güz mevsimi yerini kuru ayaza bırakırken evlerimizin sıcak köşesinde okuyabileceğiniz yeni çıkan kitaplarla sizleri buluşturmak istiyoruz.

    Belki bir günde çıkan kitap sayısı binleri geçiyordur. Bu kitapların hepsini elbette okuyamayız. Haliyle aralarında seçici bir gözle bakarak okumalar yapmak durumunda kalıyoruz. Bu yazı serisi de bu amaçla siz sevgili okurlarımıza birkaç tavsiyede bulunmak üzere hazırlanıyor.

    Dilerseniz kitaplara geçelim:

    1. FARUK ORUÇ-TOPRAĞIN FISILTISI

    Kimse yokluğumu fark etmez nasılsa, sokaklar, kaldırımlar, banklar dışında. İnsanlar yok saydıklarının yokluğunu anlayabilirler mi? Nasıl anlayacaklar ki? Yoktur yok sayılan, yok sayanlar için.
    Faruk Oruç, sessizliği söze dönüştürüyor; mezarlıklarla, apartmanlarla, bastonlarla, tekerlekli sandalyelerle ve terk edilmiş aşklarla konuşarak, görünmeyeni görünür kılıyor. Öyküler boyunca bir gaspçının iç sesiyle vicdanımızda hesaplaşıyor, bir apartmanın yorgun duvarlarında ölüme hazırlanan bir sevgiyi dinliyoruz. Engelli bir bireyin yalnızlığına, tarlaya giden kadınların alın terine, ölümle tanışan bir çocuğun ilk yüzleşmesine tanık oluyoruz. Her biri, bir askı gibi duvara asılmış ama hiç giyilmemiş hayatların izini sürüyor.


    2. EMİR ALİ ERGAT-MARLO’NUN MAĞARALARI

    Marlo, doğanın kalbinden koparak kendine, hakikate ve insanlığın evrensel sorularına doğru yola çıkar. Bu yalnız ve derin yolculukta ona, uçamayan bir baykuş (Ozo) ve görmekte zorlanan bir kuzgun (Nous) eşlik eder. Üç yoldaşın peş peşe sorduğu sorular, okuru sadece bir maceraya değil, aynı zamanda kendi içsel mağaralarına da götürür. Emir Ali Ergat, alegorik bir anlatı kurarak varoluşu, zamanı, hakikati, eğitim sistemlerini, düşünme özgür­lüğünü ve kimlik arayışını düşündürücü diyaloglarla örüyor. Marlo’nun Mağaraları, hem yetişkinler hem de genç okurlar için yazılmış bir felsefi yolculuk romanı … Zihinsel hızın değil, ruhsal derinliğin peşinden gitmeye çağıran, Kafka’nın karanlık izleriyle Orwell’in sistem eleştirisini harmanlayan bir anlatı. Ve nihayetinde tek bir soruda düğümleniyor her şey: “Niçin gittiğini bilen biri gerçekten kaybolur mu?”


    3. YEŞİL BAŞAL-TAKVA

    Yeşim Başal, romanı Takva ile okuru, sıradan insanların savrulmaları, çelişkileri ve çaresizlikleriyle şekillenen hayatların yarattığı psikolojik gerilimin ve karakterlerin kuşatılmışlığının izini sürmeye davet ediyor. Başal, eserinin merkezine, Umut adında bir çocuğun ve şiddet gören annesi Ayşe’nin yaşadığı olaylar zincirini oturtuyor. Roman, yazarın odağına aldığı yoksulluk, aile içi şiddet, toplumsal baskılar ve mekân/çevre olgularını inceliyor. Kentin baskısını ve travma sonrası kaygıyı derinlemesine anlatan olay örgüsü, annesinin tutuklanmasının ardından dayısı Emin’in yanına gönderilen Umut’un yaşadıklarını ele alıyor. Takva, yaşamın talihsizlik, çelişki ve çaresizliklerle dolu olduğunu vurgulayarak, Hepimiz ve hiçbirimiz gibi sıradan insanların hikayesini okurla buluşturuyor.


    4. UMUT KAYGISIZ-KÜPELERİNİ TAK ANNE

    Umut Kaygısız, Küpelerini Tak Anne adlı bu ilk romanında, aile içi şiddeti, ataerkil düzeni, kasaba baskısını ve toplumsal çürümeyi grotesk bir mizahla harmanlıyor. Bir yandan insanın en karanlık tarafına ayna tutarken, diğer yandan şu soruyu soruyor: Su, gerçekten temizler mi her şeyi? “Dilerim ki Kaygısız’ın edebiyat yolculuğunda attığı bu ilk adım, bir son adım olmaz. Daha uzun yıllar romanlarıyla, öyküleriyle aramızda olmaya devam eder.”
    -Alper Kaya


    5. AYKUT ERTUĞRUL-MOĞOLLUKLAR

    Nedir Moğolluk? Bir yakıp yıkma biçimi mi, söze karşı bir saldırı mı? Zihinden geçen yıkıcı bir düşünce, yakıcı bir itiraz sözcüklere dökülmezse yazılan şey yine de Moğolluk olur mu? Moğolluk, önce kendine doğru yapılmış bir taarruzdur. Söylenmezse yok olacak o düşünceyi kurtarmaktır. Yazarın Moğolluklar’da aradığı şey; yaşamın ve edebiyatın büyüsünü, hayretini ve coşkusunu yeniden hatırlatmaktır. Belki yine birbüyüyle; arzuyla, öfkeyle, niyazla, yazıyla, daima yazıyla… Moğolluklar, Aykut Ertuğrul’un yaklaşık on yıldır farklı zaman ve mekânlarda kaleme aldığı denemelerden oluşuyor. Türlerarası özellikler de gösteren bu kitap, yazarın edebiyat dünyasına yönelttiği eleştirileri bir araya getiriyor. Bunu yaparken okurunu tetikte tutuyor, rahat ettirmiyor; onu edebiyat ülkesine saldırılarında suç ortağı kılıyor.

  • HÜSEYİN KILIÇ-ZZZZ MEHMET GÜNGÖR

    HÜSEYİN KILIÇ-ZZZZ MEHMET GÜNGÖR

    Mehmet acıkmıştı ama bir yandan maça baktığı için çok farkında değildi. Kazanmamaları için bir sebep yoktu ama dakikalar geçtikçe gol sesi gelmiyordu. Gol olmadıkça midesinden gelen sesleri daha çok duyuyordu.

    Nerde kaldı bu yemek?

    Ses gelmedi. Heyecanlanan spikere kulak kabarttı. Bu sefer atarlardı herhalde. Maçın bitmesine az bir vakit kaldığını görünce tekrar bağırmaya yeltenemeden mutfaktan gelen şangırtıyla irkildi. Öfkelenmek için topun taca gitmesini bekledi çünkü aslında gol de olabilirdi. Olmalıydı.

    Yine nereyi indirdin aşağı?

    Cevap bekledi, gelmedi. Rakip takım taç atışı kullandı. Bir kez daha bağırdı.

    Sana diyorum, hooop!

    Topu onların yarı sahaya taşımaya çalışırken bir yandan da zaman geçiriyordu rakip oyuncular. Pek hayra alamet olmayan bir sessizlik vardı evin içinde. Müge ne açıklama yapıyor, ne özür diliyor ne öfke krizine girip alt komşuya aldırmadan bağırıp çağırıyordu. Orta yuvarlak civarına geldiklerinde altı numara yatarak topa müdahale etmeye çalıştı.

    Kaldırma beni ayağa, ne olduğunu soruyorum insan gibi!

    Bir başka oyuncu omuzla şarj yapsa da başarılı olamadı. Mehmet ayağa kalktı, mutfağa yöneldi.

    Bu sefer derdin ne?

    Üst üste iki şangırtı daha geldi mutfaktan. Şarj yapmaya çalışan futbolcu kendisi devrildi. Mutfağa girdiğinde rakibin kendi yarı sahalarında ilerlemeye devam ettiğini hissediyor bir yandan dua ediyordu.

    ….

    Karısına baktığında gördüğünün ne olduğundan emin olamadı. Yemek hazırlığıyla ilgili bir şey olmadığı kesindi. Ne diyeceğini bilemediği için bir süre sustu. Daha önce de kafayı tırlattığı olmuştu ama böylesi olmamıştı. Salondan bir uğultu geldi.

    Devamını okumak için tıklayınız

  • YENİ ÇIKAN KİTAPLAR (1)

    YENİ ÇIKAN KİTAPLAR (1)

    Ekim ayının son günleri yaşanırken ülke sokaklarında dökülen renk renk yapraklar herkese başka bir ilham veriyordur. Zaman geçiyor dostlar! Bir bir geçiyor önümüzden pencereler. Bu anları yakalayabilmek için yazıyoruz belki de… Bir hatıra bırakmak gibisi var mı? Şimdi sizleri içindekileri döken değerli yazarların eserleriyle baş başa bırakıyoruz…

    İyi okumalar dileriz.

    1. EDA KARTAL-CAN EĞRİSİ (Şule Yayınları)

    Nicedir sıkışıp duran göğsünü tuttu kadın. Şöyle bir boşluk açılsa bedenimde, diyordu. Gidecek yer bulamayıp içinde mesken tutanları tutup çıkarırdı oradan. Durdukça bir parçası zannedip bırakamamıştı hiçbirini. Gecesi gündüzüne karışmış, uykuya direnen başını taşıyamaz olmuştu artık. Hayvanlar bir başına dönüyordu otlaktan, bir köşede oturur hâlde buluyorlardı onu.  Sohbetlerin ortasında dalıp gidiyor, sesleneni duymuyor, küs zannedip gönül koyanlar oluyordu. “Bu sene çetin geçiyor kış,” derdi ağzından iki laf almaya çalışanlara. “Göğsüm ağrıyor, üşütmüşüm,” deyiverirdi. Cemreler düşüyor, ağaçlar giyiniyor, tenler kavruluyor derken bir rüzgâr esiyor, kuruyordu dallar, sular buz tutuyordu. Kış çetin geçiyordu burada.
    Canın ne olduğunu bilir misiniz!  İçerde sıkışmayagörsün. Eğrilir, kırılır; kaçacak yer bulamaz bazen. Bir cemreye aldanıp çıkmaya kalksa savrulur gider. İronik dili, iç monologları ve özgün benzetmeleriyle dikkat çekiyor Eda Kartal. Onun kahramanları fırtına önünde savrulan ayrık otları gibi tutunacak bir dal arıyorlar. Buzun üstünde balık, mekânda boş sandalye,  otobüste ayakta kalan yolcu, kayıp eşya bürosunda unutulan adam, ordusu olmayan komutan…  Birbirinden farklı görünseler de yazar hepsini bir potada eritiyor. Gelen fırtına kışın sert geçeceğinin habercisi.


    2. GAMZE A. ARSLAN-BALKIZ’DAN HİKÂYELER (Sia Kitap)

    On kadın… On kader…
    Birbirinden uzak görünen ama sevginin, sabrın ve umudun çatısı altında kesişen yollar. Pera’nın loş sokaklarında Valentine’e gönül veren Şahide, köyde aşkı uğruna her şeyi göze alan Refia, Galata’da hüsranı yaşayan Agapi, hürriyetini arayan Faiza, kaybettiği saadetinin özlemini çeken Zerhan, Sultanının gözdesi ama dostunun kurbanı Peruze, işgal günlerinin cesur kızı Vedia, Mevlevi dergâhında kaybolan Huban, şifayı kendi gururunda bulan Dafi, besleme damgasıyla hayatı kararan Lalizar
    Gamze A. Arslan bize yalnızca kadınları anlatmıyor, masalsı diliyle Osmanlı’nın son demlerine ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanıyor. Balkız’dan Hikâyeler aşkla ihanetin, sabırla isyanın el ele tutuştuğu çetin bir yolculuk. Lakin son durakta onları bekleyen kimi zaman özgürlük kimi zaman tutsaklık.
    Raviyan-ı Ahbar’ın sevilen yazarından kadınlar dünyasına yeni bir yolculuk.


    3. EMİNE ERDEM ALPYÜRÜK-BURADA HERKES TANIDIK

    Her evin içine hapsolmuş bir sır, her sokakta yankılanan bir çığlık, her yüzün ardında gizlenen bir hikâye vardır. Evlat acısıyla sınanan inançlar, biten mahkûmiyetin bitimsiz tutsaklığı, zengin mutfağına sığamayan emek, ya da adaletin terazisinde ağır basan “iyi hâl” indirimi… Hepsi, içimizi burkan bir yaşanmışlıkla çıkıyor karşımıza. Tam da o bildik hayatların, bastırılmış acıların, dile getirilmemiş arzuların peşine düşüyor kitap.
    Diğer taraftan kadın başına boşanma kutlamasından, kaçan balık peşindeki varoş insanının trajikomik hâllerine; savrulan gençlik aşklarından, dünya değiştiren virüslerin fantastik maceralarına uzanan öyküler de ironik, mizahi bir anlatıyla sunuluyor okura. Tıpkı yaşama damla damla sızan gülümsetici anlar gibi.  
    Bu satırlarda rastladıklarımız yalnızca öykü kahramanlarına değil, bizlere ait: komşumuza, akrabamıza, ailemize… Dünya uğrağımızda tanıdık olan herkese. Gönlün yazı var, kışı var diyerek.


    4. HASAN HARMANCI-BEN, FAHRİYE VE TÜRKİYE

    “Diz boyu karla kaplı, kalın buz tabakalarının altından su akıyordu gürül gürül. O su bizdik. Yani o kış Fahriye’yle Türkiye’nin bütün sokaklarını gezmeye yemin etmiş gibiydik. Mazot dolduruyordum arabaya. Cadde cadde, sokak sokak geziyorduk. Otobandı, ana yoldu, tali yoldu. Arabanın giremediği sokaklar çıkıyordu karşımıza. Onları arşınlıyorduk. Çıkmaz sokaklarda çıkmayıp kalıyorduk öylece. Bozduracak altın hala çoktu. Şubattı. Sahil tarafında buluşmuştuk. Havada güzelinden bir poyraz. Kar hafif hafif atıştırıyordu. Onunla tanıştığım ilk günden beri yaşadığım en büyük, en güzel gündü.” (…) Hasan Harmancı’nın metinleri Türkiye’nin bütünsel fotoğrafını hakikaten neredeyse daha başarılısı imkânsız bir tarzda vermektedir. (…) Harmancı muhafazakâr kimliğini koruyarak muhafazakâr romancı ve hikâyecilerin dünyalarından çok daha sahici bir Türkiye fotoğrafı vermektedir. Tarık Buğra’da sahicilik yaşantısının izdüşümü iken Hasan Harmancı’da bu durum “yazı işi”ni ciddiye almasından kaynaklanmaktadır.-Kurtuluş Kayalı


    5. KOLLEKTİF-ISSIZ/REVELA/SIR

    Kırmızı cesareti temsil eder, kalem özgürlüğü,
    edebiyat ise en çok farkındalığı…

    Kırmızı Kalem Edebiyat, beş yıldır, cesaret isteyen bu
    yazma eyleminden, zarafetle, farkındalıkla, özgürleşerek
    geçen herkes için direniyor.

    Velhasıl meselemiz sadece edebiyat. Okumak. Yazmak.
    ‘Daha iyisi nasıl olur?’ sorusuna beraber cevap bulmak
    ve herkesin yazabileceğini anlatmak… Bu post ise
    hayallerin gerçek oluşuna şahitlik ettiğimiz bir an.

    Üçüncü öykü yarışmamızın finale kalan öykülerinden
    oluşan SIR ve geçtiğimiz sezonun başında çalışmaya başladığımız, Korku, Polisiye, Yazarın Alet Çantası ve
    Yazı Teknikleri atölyelerimize katılan kalemdaşlarımızla derlenen kolektif kitaplarımız REVELA ile ISSIZ
    nihayet kendi yoluna çıkmaya hazır.