EMAME AKMAN HARMANCI-İKİ ÇORBA

Akşam işten çıktıktan sonra eve yürüdüğüm saati ezberlemişti. Beşi kırk geçe civarında dolmuştan inmiş olurdum.  Ana caddeyi bitirip bizim sokağa saptığımda ise adımlarımız yan yana gelirdi. Daima uykulu gibi görünen baygın gözlerinde dostane bir gülümseme belirirdi. Eğer o gün dilediği hasılatı toplayamadıysa yüzü asık olurdu. Bir miktar çocuksu görünürdü böyle zamanlarda gözüme. Beden dili güçlüydü, mimikleri keskin, duruşu havalı. Ancak aklından geçenleri tahmin edemezdiniz. Yüzünde asılı duran o kimsesizlik portresi kendi rızasıyla oraya yerleşmişti. Şikayetçi değildi durumundan. Sessizliği de konuşması da mutlaka bir anlam ifade eden nadir insanlardandı.

Sık sık uğradığı çorbacının önünden geçerken her seferinde dükkân sahibine selam vermeyi ihmal etmiyordu. Oracıkta, kısa bir anlığına da olsa et suyu ile beraber lokanta usulü pişirilmiş mercimek çorbasının kokusu burnumuza ulaşıyordu. İşten eve döndüğüm bu saatlerde karnımın guruldamasının yegâne sebebiydi. Mercimek çorbası bana göre dünyanın en samimi yemeklerinden biriydi. Ulaşılmaz ya da zor bir tarif değildi elbet. Fakirin de zenginin de sofrasının süsüydü, mesela ramazanda iftarın en önemli unsurlarından biri, kabızlığın da çaresiydi. Benim için o çorbayı özel yapan şey ise karnım açken yolumun her akşam o kokuyla kesişmesiydi.

Bir gün yine beraber yürürken beni o çorbacıya davet etti. Tereddüdümü belli eder bir tavırla etrafıma bakındıktan sonra daveti kabul ettim. Ancak biraz utanıyordum içeri girerken. Tanıdık birilerine tesadüf edecektim elbette. Bu kaçınılmazdı. Bir adım ileri gidiyorduk. Bu kadarına gerek var mıydı bilmiyordum. İki çorba söyledi. Yüzümdeki endişeyi fark etmiş olacak, yüzüme munis bir şekilde baktı.

“Ismarlayanın ben olduğumu belli etmeyelim iyisi mi, beni Karun sanmalarını istemiyorum,” dedi.

Beyaz kâsede sunulan altın sarısı rengindeki çorbalarımız gelmişti. Nedense gereğinden fazla heyecanlanmıştım bu duruma. Sıradan bir şeye böylesine büyük bir anlam yüklediğime hayret ediyordum. Belki de onunla olan görüşmeleri arttırdığımdan beri böyle değişmiştim. Oysa bana ders verme amaçlı konuşmazdı. Yalnızca yaşantısı bir öğretmen olarak yeterdi. Politikadan, futboldan, ekonomiden, sanattan, kitaplardan, hatta ve hatta kadınlardan bile konuşabiliyorduk onunla. Her konu hakkında bir fikri vardı. Hayatın tam içindeydi, bu yüzden fikirlerinin ayakları yere basıyordu.

Dilimi yakan çorbayı soğumasını beklemeden içmeye çalışırken bu işten ne kadar kazandığını öğrenmeye çalıştım. Hep merak ettiğim bir konuydu. Ekmek sepetindeki taze dilimlerden birini aldı, ikiye bölüp çorbasına bandı. “Hatırı sayılır bir miktar” dedi.

Lokantanın camekanının önünden geçen bir ahbabımın baş selamına mahcubiyetle karşılık verdim o an, sonra meraklı gözlerle yine ona baktım. Bahsettiği miktar nasıl bir şeydi?

Devamını okumak için tıklayın.

Yorum bırakın