“Hoca gel hoca, gel de bir çayımızı iç”
Camiden dışarıya adımımı atar atmaz Bahtiyar Abinin sesini işitiyorum. Kafamı kaldırıp kahvehaneye doğru bakıyorum. Bahtiyar Abi bana bakıp gülümsüyor. Eliyle de gel işareti yapıyor bir yandan. Ben de gülümseyip kafamı sallıyorum. Ayakkabılarımı giyip yanına gidiyorum.
Selamunaleyküm, aleykümselam.
“Ee alışabildin mi hocam buralara?”
“Eh hâliyle insan biraz zorlanıyor Bahtiyar Abi. İstanbul’un keşmekeşine alışmışız, buralar çok sakin.”
“Keşmekeş mi? O nedir hocam?”
“Yani, çok hareketli diyorum.”
“He, anladım hocam.”
Elindeki on yedilik efe tesbihini masanın altından çıkarıp sallıyor.
“Muhsiin, Muhsiiiin! İki dene çay getirve len!”
Köye geldim geleli adam akıllı sohbet edebildiğim tek kişi Bahtiyar Abi. Minibüsü var bir tane. Her gün ilçeye gelir gider. Zamanında İstanbul’a gitmiş çalışmaya. Minibüsü de buradaki tarlaları satmış da almış. Uzun zaman çalışmış orada. Ama sonra bir çete türemiş. Kendinden olmayana iş yaptırmıyorlarmış. Ya haraç vereceksin ya bu diyardan gideceksin demişler. Kabul etmemiş tabii. Minibüsünü yakmaya kalkmışlar gece vakti. Bahtiyar Abi o sırada kahveden dönüyormuş. Durumu anlayınca yerden bir taş almış, adamlardan bir tanesinin kafasına geçirmiş. Adam oracıkta düşmüş. Ama öldü mü yoksa bayıldı mı bilmiyormuş. Binmiş minibüse, basmış köye. O vakitten beri de burada çalışıyormuş. Bahtiyar Abi babacandır, hoşsohbettir, iyi adamdır da camiye anca cumadan cumaya gelir. Dur bakalım zamanla alıştırırım.
“Hoca daldın gittin yine, çayını soğutcen!”
“Seni şu camiye nasıl alıştırırım diye düşünüyorum abi”
Ben öyle deyince okkalı bir kahkaha atıyor.
“Benim kalbim temiz be hoca”
Şimdi gel de bu adama anlat. Neyse diyorum, kafayı sallayıp geçiyorum. Çaydan bir yudum çekiyorum. O sırada köyün delisi İrfan gözüküyor. Kahvehanedekiler onu görünce homurdanıyorlar. Bahtiyar Abi de gülerek söyleniyor.
“Bizimki yine almış çuvalını yanına.”
“Çuvalı alınca ne oluyor ki abi?”
“Hoca tabii sen bilmiyon bunun huyunu. Bak şimdi iyi izle.”
“Damat, len damaat! Buree ge bi len.”
İrfan, sesi duyunca koşa koşa geliyor yanımıza.
“Otuu buyu len şure. Damada çay getir len Muhsin!”
İrfan sorgulamadan oturuyor. O da kahveciye sesleniyor.
“Dört dene şeker gomaa unutma haa!”
Muhsin elinde çaylarla gelirken bizim masaya bakıp gülümsüyor.
“Hiç unutur muyum len damat!”
İrfan gülümsüyor. Damat denilmesi hoşuna gidiyor anlaşılan. Sol eliyle, kucağına koyduğu çuvalı sımsıkı tutuyor. İlgimi çekiyor. Bahtiyar Abiyle göz göze gelince “bak şimdi iyi seyret” der gibi bir bakış atıyor.
“Ee, yolculuk nere damat?”
“Heç, öle dolaşmaa çıktımdı.”
“Hadi hadi. Geçcen u işleri sen buyu. Yine kimin gönlünü yakcen len?”
İrfan utanıp iyice pısıyor. Bahtiyar Abi aradığı damarı bulmuş olacak ki oturuşunu düzeltip kendini İrfan’a doğru yanaştırıyor. Elindeki efe tesbihinin sesi de kesiliyor.
“Bak ne decen sene. Çınarcık köyünde bir gız vamış diyolla, bir içim su mübarek! Tam sene layıkmış. Gidem de istiyem mi len? “
“Omaz benim başka sevdeem va!”
İrfan, bunu derken birden kabarıyor. Aslan kesiliyor resmen. Bahtiyar Abi de kendini korkuyla geri çekiyor. Ama oyunun bir parçası olduğu hareketlerinden anlaşılıyor.
“Bakın hele şuna! Bir de gız beğenmez omuş it! Kimmiş len bu? Söle de bilem.”
“Omaz sölemem. Söz vedim ben yârime.”
İrfan son sözlerini söylerken kucağındaki çuvala iyice sarılıyor. Bahtiyar Abi sırıtıyor.
“Kim len söle de yan gözle bakan olusa endirveriz aşşarı!”
“Kimse yan gözle bakamaz benim Gülsüm’üme. Gülsüm pek heybetlidir. Ben bilem ko’karım gıyına gittim mi?”
Devamını okumak için tıklayınız.
