Gözlerini açtı; günaydın, dercesine kendisine bakan, beyaz uykudan tan kızılıyla uyanmış güllerle, bir de onların dalına konmuş Arap bülbülünün nereye baktığı hiç belli olmayan beyaz çerçeveli iki gözüyle karşılaştı. Tam bu manzaraya layık bir esintiyle bu manzaraya layık olmayan yapıklı saçları dalgalandı. Yalın ayak, sahilde birbirine doğru koşan aşıklar gibi, bir kıyının denize çağrısı gibi, güle ve bülbüle vurdu bu dalga. Üstüne üstlük bülbülün başından siyah, gövdesinden gri, kuyruğundan biraz sarı tüy kopardı, gitmeden kıpkırmızı gülün yapraklarından da bakkal çuvalından çekirdek çalıp kaçan bir çocuk gibi birer ikişer alıp beraberinde götürmeyi unutmadı. Bu çakırkeyiflik gül bahçesinde cümle hububat ve hayvanat hep bir ağızdan terennüme başladı; hayvanlar ses tellerini kanuna, saza vurur gibi titretti, rüzgâr da bir keman yayı gibi çiçeklere ve ağaçlara değip bu senfoniye eşlik etti. Gözlerinden yaşlar akarak dudağında yarısından bölünmüş bir gülümsemeyle uyandı.
* * *
Bu sabahki düzeni de önceki sabahlardan farklı olmadı. Kalktı, mesajlara maillere baktı, alışveriş uygulamasından gelen bildirimi açıp hiç almayacağı ürünleri sepete attı, tekrar yatağına gömülüp beş dakika daha gözlerini kapattı, göz kapakları titrediğinden bu yapmacık uykuyu daha fazla devam ettiremedi, uykusunun kaçtığı aşikârdı. Elini yüzünü yıkayıp hazırlandı, evden çıktı.
Evden çıkar çıkmaz yüz ifadesi ve tüm fikri değişti, bir boyuttan başka boyuta ışınlandı adeta, bunun farkındalığı içinde ve bu farkındalığın sıradanlığını kabullenişiyle karanlık bir tünele girer gibi, temkinli adımlarla yürüdü sokağa. Ciddiyetinin kaynağı boşvermişliğini ve kendinden de sakladığı nefsani arzularını birbirine karıştırıp beyninde kaynattığı bu çorbadan yudum yudum içerek hayatta kalacağı bir güne hazırlıyordu kendini.
Fakat nedendir ilginç bir şey vuku bulmuştu şu sıradan saatlerinde; yüzüne esen hafif meltem, unuttuğu ve önemli olup olmadığını bilmediği birtakım anıları zihninin karalarına atmaya çalışıyor gibiydi, pet şişede bir mektup gibi. Nihayet rüyasını hatırlar gibi oldu ama bu hatırlayışı, ne yüzünde ne de zihninde pek de bir şey değiştirmedi. Bir gülümseme ile dudaklarını oynatamayacak kadar duyarsız olduğunu kendisine telkin ederek bu sözde ilginç ânı da sıradanlığın içine gömdü gitti.
Çalıştı, yemek yedi, birileriyle selamlaştı, her zaman olduğu gibi “l” harfini telaffuz edemedi, mesajlaştı, yine çalıştı, bir kahve içti, bir de çay içti, çayın demi epey acıydı, yüzünü buruşturdu, bardaktaki son yudumu sırf adettendir diye bıraktı, yine çalıştı, eve dönme vaktinin geldiğini anımsadı, toparlandı, birilerine selam verdi, ismini unuttuğu birine iyi akşamlar diledi, yine “l” harfini telaffuz edemediğinden bu hareketi, komik göründüğü hissini değiştiremedi. Tüm gün sanki cebinde taşıdığı aynı ciddiyetle caddelerde sokaklarda yürüdü, izleniyormuşçasına tavırlar içinde anahtarlarını çıkarıp yavaş hareketlerle evinin kapısını açtı, içeri girer girmez yüz ifadesi ve tüm fikri değişti. Beş on dakika bu vaziyette kuru yere uzandı, gözlerini kapattı, göz kapakları titremeye başlayınca kalkıp yıkandı, giyindi, yemek sipariş etti, bu sırada kalbini daraltacak bir müzik açtı, müziğin efkarıyla yedikleri boğazına dizildi, yine de müziği kapatmadı, biraz boş boş dolaştı, biraz mesajlara baktı, sonra sıkılıp telefonu bıraktı, kendini yatağa attı, yirmi beş dakika uyumayı bekledi, sonra kaçıncı dakikada uyuduğunu fark etmedi.
* * *
Sâbâ makamı ile bülbül sesi nedense zihninde özdeşleşmiş olmalıydı ki sanki bülbül bu makamda şakıyordu. Gül de ona eşlik etmek istediğini adeta ilan ediyor, tan yerinden yakaladığı ışıklara bezenmiş, şavkıyordu. Yine bir rüzgâr esti ama gülün bir dalını kırdı bu defa. Yüreği hopladı, gözleri bülbülü aradı, neyse ki bülbülü bir diğer dalda görünce içi rahatladı. Rüzgâra kızacak gibi oldu ama güle bir döndü baktı, onda öfkenin hiçbir belirtisini bulamadı. Rüzgâr ise hâlâ hırsını almamış olmalıydı, fırtınadan hallice esti üzerine, bu defa kendisinin sol kolunu kırdı. Hakikaten rüzgâra kızmaya niyetlendi bu kez ancak sol kolunda bir nebze acı duymadığını, esas acının sol kolundan daha içerilerde, böbreği ile göğüs kafesi arasında bir yerlerde olduğunu hissetti, böylece rüzgârı da gülü de bülbülü de unuttu, derin ve derûn sızısının gözyaşları içinde uyandı.
* * *
Alarm kendi kendini iki kez ertelemiş, üçüncü çığlığını odasının duvarlarında gezdiriyordu. Basit bir ritim, düzenli bir şekilde tekrar ediyor duruyor, bu sesi duymak bir müddet sonra işkenceden farksız oluyordu. Alarmı kapatırken şu sesi artık değiştirmesi gerektiğine kanaat getirdi ancak bununla uğraşmaya da bir hayli üşendi.
Kalktı, yıkandı, kurulandı, su ısıtıcısını çalıştırdı. Makinenin kireçleri yüzünden gelen gıcırtıları, uzun havaları dinledi, boş bardağa kaynar suyu dikkatsizce doldurdu, sallama çayı bardakta yüzmeye bıraktı, dolaptan bir dilim buzlu ekmek çıkardı, çaydan aldığı ilk yudumla dilinin ucunu yaktı, soğuması için çayı masaya bıraktı. Mesajlara ve bildirimlere baktı, telefonu şarja taktı. Döndüğünde ekmeğin buzu çözülmüş, çay da soğumuştu. Biraz çikolata sürdü ekmeğe, üç lokmada bitirdi, çayı da alıp bilgisayarının başına gitti. Bilgisayar koltuğuna oturduğu an da yüz ifadesi ve tüm fikri değişti. Yine garip bir müzik açtı, müziğin oynak ritmine kendini kaptırınca ruhu sıkıldı, sesi kapatır kapatmaz rüyasından hatırladıkları, aklında parlak bir fikir gibi canlandı. Manasız buldu bu fikri şu an nedense. Katı yürekli miydi yoksa? Nereden çıkmıştı canım bu soru da böyle? Katı yürekli adam sever miydi, daha önce sevmişti ya iki kere. Gerçi bir kere sevmiş, ikinci kere sevmek üzereyken kendini engellemiş, ilkin hatırasına toz kondurmak istememiş, yalnız anlarında koynuna sığınacağı yegâne acıyı yok ederse tutunacak başka bir dalı olmayacağından çekinmişti. Hoş, sevmeyi kontrol edebiliyorsa bu yüreğe de girdiği kabın şeklini alan bir sıvı yürek denilebilir miydi? Maddenin kaçıncı haliydi yahu bu yüreği o zaman?
Yine rüyası aklına geldi, çıt diye kırılan gül dalı ve bir diğer dalında oturan bülbül gözlerinde canlandı. Burada bir soru-cevap, bir neden-sonuç, hiç olmadı bir 5N1K ilişkisi var gibiydi hatta zihni bu işi çoktan çözmüş, kendisiyle oynuyor olmalıydı, sonuçta bu hatırlayışlarının kastî olduğuna şüphesi yoktu. Yine de bilgisayar başında oturmanın verdiği özgüvenle tüm bu fikirleri zihninden kovabildi. Neticede hayatta daha mühim işleri vardı, karşısında seyrettiği 83 inç 4K Ultra HD ekranda yazan şeyler gibi.
Velev ki taş yürekliydi hadi, ya öyle olmasaydı nasıl sevmek denirdi buna? Eylül akşamlarında şehri Anadolu’dan Avrupa’ya taşıyan deniz dalgalarını yalnız başına seyrederken sevilir miydi? Balıkçı teknelerine sessiz birer selam yolladıktan sonra yere tuzak gibi uzanmış bir oltaya takılıp yüzüstü düşmekten kıl payı kurtulduğunda etrafında kimse şöyle kollarından kavrayıp “iyi misin” demedikten sonra sevilir miydi? Yollar uzadıkça sabır, ömür, bir kum saatinin yarısı gibi tükenirken sevilir miydi? Geniş, kemikli ve kudretli elleri, yalnızca bir çay bardağının ince belini kavrayabilirken ve yalnızca çayın sıcaklığını ellerinde hissederken sevilir miydi? Gökyüzüne bakıp aynı mehtabı seyrediyor olma fikriyle avunularak sevilir miydi? Yere doksan derece dik vadilerde gezerken ağlanacak haline gülen bir dağ keçisi sevilir miydi? Kalbine hislerini gömmek üzere açtığı mezar derinleştikçe ve bu dipsiz kuyuya düşüp durdukça sevilir miydi? Aklına esip de ziyaretine uğradığı mahpusu son dakika değişen fikriyle bekleme odasında yalnız bırakıp giderken sevilir miydi? Düşündükçe batıyordu herhalde.
Devamını okumak için tıklayınız.
