Akşam saatleri…
O en yorgun anlardan bir andasınız belki. Aklınıza bir şarkı düştü ama hatırlayamadınız. Belki bir şiir, belki de bir kitap…
Aklınıza düşenleri hatırınıza belki getiremeyiz ama matbaadan taze taze okura sunulan eserlerle bir kez daha karşınızdayız.
Buyurun efendim:
“Aylardan Efsane Kasım, günlerden Şahane Cuma’ydı. Fakat manasızca renkli reklam panolarındaki bu hesaplı coşkuya kapılan yok gibiydi. Metronun içi cenaze evini andırıyordu. Birbirinden koyu montlu, birbirinden mutsuz suratlı, birbirinden eğri duruşlu bir yığın insan farklı boşluklara dalıp gitmişti.”
Dikkate alınmaması gereken alarmlar, ilaçlanması gereken böcekler, düzeltilmesi gereken yamuk zeminler, bir sabah uyandığında manzarası değişenler, yorumlanamayan rüyalar, biriken çöpler, önemli toplantılar, önemsiz kanamalar, asit yağmurları, akvaryumlar, kafesler, daireler ve betonla kuşatılmış şehrin sanki hem içinde hem de dışında soluk alan hayvanlar…
Hakan Bıçakcı’dan Geçici Manzara. Çoğunlukla tuhaf, şimdilik yeni öyküler.
2. ÜZEYİR KARAHASANOĞLU-DÜNYA BİR MANZARA
Dünya Bir Rüzgâr’da yüzyıllar ötesine savrulacak, Beyazıt Kulesi’ne çıkacak, bir hayvan türünün yok edilmesine tanık olacak, ölememe lanetine tutulan korsanla kürek çekeceksiniz. Alevler ahşap konakları cayır cayır yutarken tulumbacı sevgilisinden başka şey düşünemeyen bir kadının yüreğini kavuracak, evvelinde bir acayip şeyhin gölgesine sığınacaksınız. Dahası kadim rüzgârın kollarında en çok siz değişeceksiniz. Yoksa kuru otlar yine uçuşacak tenhalarda, uğursuz bulutlar yine peyda olacak semada.
Tarihin büyüsü, anın gücü insanın tekinsizliğiyle canlanırken öykücülüğünde yepyeni bir sayfa açıyor Üzeyir Karahasanoğlu.
“Art arda beş altı kuşun işini gören Fazıl Reis “Gelin alın şunları,” dediğinde nutkumuz tutulmuştu. Yine de atıldık kadırgadan. Kayaların üzerinde çarçabuk yolduk tüylerini. Binlerce kuşun önünde öldürdüklerimizin tüylerini yolmak hoş değilse de neler görmüştü bu gözler neler! Sonra ikisi kazanlara atıldı, üçü çevirmeye takıldı, birazı çorbaya, pilava ayrıldı. İlk orada duyduk, guark kuşunun ateşe damlayan yağlı etinin kokusunu ve ilk orada dişledik, kızarmış etini. Kudurtan bir lezzeti vardı ve binlerce göz üzerimize çevriliyken bile daha fazla yiyebilmek için birbirimizle yarışıyorduk. Haftalardır boğazımızdan kayda değer tek lokma geçmediğinden miydi bu vahşiliğimiz? O an öyle sanıyorduk. Hâlbuki hiçbirimizin bilmediği bir kapıdan geçmiştik. Her öğün yiyebilir, doyduktan sonra yiyebilir, çatlayana kadar yiyebilirdik. Nitekim öğürürken bile yeni lokmalar tıkmanın telaşındaydık ağzımıza.”
3. BAHTİYAR ASLAN-BENİM SURETLERİM VAR
Mutlu mu öldü o ihtiyar? Bir şeylerden, birçok şeyden kurtulduğunu, sırtında bir kambur gibi taşıdığını söylediği düşlerinden kurtulduğunu düşünerek gülümsedi mi son nefesinde? Karısına sormayı çok isterdim. Fakat “Ölürken yanında değildim.” diyormuş kadın. Ölürken yanında biri olmalı insanın. Ölürken gözlerine huzurla bakabileceği biri. Ölürken ellerini tutan biri…
Kirpiklerin bombozdu, güneş ışığında görünmez olurdu biliyorsun. O tuhaf kalemlerle kirpiklerini kalınlaştırır, koyulaştırırdın da ancak gözükürlerdi. Başucumda dursan ölürken, ellerimi tutsan ben yine de kirpiklerinin bozarmasına mı dikkat ederdim acaba diye düşündüm nedense… “Yolun açık olsun.” Sana bunu demek isterdim ve senin, ölürken bana bunu söylemeni. Ölümden sonraki yolculuk ne ki? Ne kadar uzundur ve kaç zaman sürer? Nereye varılır? Yazılanlar, söylenenler ya tamamen sembolden ibaretse, ya bambaşka bir dünyaya uyanacaksak? Geri gelip kime hesap sorabiliriz ki? Fakat yine de mesut ölmek istiyor insan. Mesut yaşamak istediği gibi. Ama ölürken mesut olma isteği, mesut yaşama isteğini aşıyor yine de. Yahut bana öyle geliyor.



