Kabilemin toprakları gözle sınırlandırılamayan, kumları altın gibi parlayan, gâhi yakan gâhi donduran ama her şeyden ziyade insana yalnızlığın nefesini üfleyen bir çölde, bir serabın tam ortasında. Vaha diyeceğimi, yanlışlıkla serap dediğimi zannetmiş olabilirsiniz. Hayır, yanlışlıkla söylemedim. Kabilem bir serabın tam göbeğinde yaşıyor. Göz yalancıdır, kandırır sizi. Güzeli çirkin, çirkini güzel, doğruyu yanlış, yanlışı doğru göstermede üstüne yoktur gözün. Serap da bir göz yalanı ve kabilem o yalanın içinde. Bu çöl dünyanın neresindedir, hangi yarım kürede kalmaktadır, bir dönencenin içine denk gelmekte midir bilmiyorum; bilmiyoruz. Sadece yaşıyoruz biz bu çöl serabında.
Bu seraba nasıl mı geldik? Ben bu çöl serabında doğan yedinci kuşaktayım. Ama buraya gelişimizin hikâyesi, okula giden her öğrenciye her yıl, hiç anlatılmamış gibi baştan anlatılır. Ayrıca bu seraba geliş yıldönümümüzde düzenlenen, yedi gece aralıksız süren kutlamalarda da kabilemizin destan anlatıcıları bir ateşin etrafında, ellerinde kopuzlarla anlatırlar bu hikâyeyi.
Bu seraba gelmeden önce bir dağın güney yamacına kurulmuş, ortasından şırıl şırıl bir dere akan, etrafını çınar ağaçlarının el ele vererek kuşattığı, yeşili bol, havası berrak bir köyde yaşıyormuş kabilem. Köyde çıkan kumtaşından mezar taşları oyarmış o zamanlarda kabilemin insanları. Bu dünyanın öleni bitmez, tükenmez. Geleni öğütür bu dünya. Bundandır, bu zanaat çok güldürmezmiş lakin öldürmezmiş de kabilemin yetinmeyi bilen insanlarını. Aklına uyarak, rehberliğine sığınarak, ululuğundan medet umarak buraya geldiğimiz Koca Pir de o köyde açmış gözlerini dünyaya. El ele tutuşmuş çınar ağaçlarını görmüş, dereninin şırıl şırıl ninnisinde derin uykulara yatmış. Baba vefat ettiğinde babasının mezarı için gerekli olan taşı oğulun, birden fazla varsa en büyük oğulun, yontması süregelen bir gelenekmiş. Babası vefat etmiş Koca Pir’in lakin âşıkmış Koca Pir; yüzünü dünya gözüyle hiç görmediği, ona hep rüyalarında görünen bir aydan güzele hem de. O aydan güzel ki aydan parlakmış yüzü. Yüzüne bakmaya cüret edenlerin gözlerini kamaştırırmış. O aydan güzel ki koyu yeşil saçları büklüm büklüm beline dek dökülür ve her bir teline bin âşık takılırmış. O aydan güzel ki gözleri simsiyah iki kuyuymuş, serinliğine memleket kurulurmuş. O aydan güzel ki teni çöl kumlarından beter yakarmış, dağlarmış. O aydan güzel ki ayaklarının bastığı kurak topraklar bereketle dolarmış. O aydan güzel ki elleri aşığının nefesini yakalar, iki parmağının arasında toz gibi ufalarmış. O aydan güzel ki aydan katbekat güzelmiş, yoluna can pespaye edilirmiş fakat Koca Pir onun adını bile bilmezmiş. Hem bilse adını, söylese dudakları o adı, leblerinin kavrulacağını da adı gibi bilirmiş.
Bir sabah güneşine kurban edilirken yaprakların üzerindeki şebnemler, küçük keserini mahir sağ eline almış; dağlardan kesip getirdiği kumtaşlarının başına oturmuş, babasının mezar taşını yontmaya başlamış Koca Pir. Fakat rüyalarında ona görünen aydan güzelin hayali gözünün önünden bir türlü gitmiyormuş. Kumtaşını tutan sol eli ile keseri idare eden sağ eli bir süre sonra gönlünün dediğine uyuyor ve mezar taşı yontayım diye çıktığı yolun sonunda o aydan güzelin bir büstünü oyar buluyormuş kendini Koca Pir. Her seferinde, her seferinde o aydan güzelin büstü duruyormuş karşısında. İki serin kuyu olan gözleri ona bakıyormuş. Yüreği ferahlık buluyormuş, göynü esenlik doluyormuş.
Yeni şebnemler doğup yeni şebnemler kurban oluyormuş, Koca Pir ağlıyormuş, annesi ağlayıp dizlerini dövüyormuş, kız kardeşi üstünü başını yırtıp tırnaklarını yüzüne geçiriyormuş. Köylü kapısında kuyruk olup onu seyrediyormuş lakin o mezar taşı niyetiyle başlayıp büstle tamamlıyormuş yolculuğunu.
Tam doksan dokuz tane büst etmiş Koca Pir’in yonttuğu. Ne gönlü ne elleri söz dinliyormuş Koca Pir’in. Babasının can çekilen bedeni salonun ortasında boylu boyunca yatıyormuş. Karnı şişmeye, teni yeşil bir renk almaya, derisinde kabarcıklar görülmeye, rengi kaçmış damarlar belirginleşmeye başladığında katlanılmaz bir koku da köyü ihata altına almaya başlamış. O kadar ki tarlada baş veren buğday olduğu yere çökmeye, ağaçlardaki meyveler çürümeye, köyün ortasından geçen dere suskunlaşmaya başlamış. Kediler, köpekler kaçıyormuş köyden. Yabani hayvanlar dahi köyün çevresine yaklaşmaz olmuş. Köyün üstünden kuşlar uçmaz, yanlışlıkla yol düşüren şaşkın kuşlar da avlanmışçasına yere düşer olmaya başlayınca köyün uluları baş başa vermiş. Mezar taşını kendileri yontmaya, Koca Pir’i de lanetiyle birlikte köyden def etmeye karar kılmışlar aynı anda havaya kalkan ellerle.
Koca Pir aydan güzelin hayaliyle yonttuğu doksan dokuz büstünü tek tek öpe koklaya ipeklere sarmış. Sonra onları, bembeyaz bir atın çektiği arabaya o zamana dek yeryüzünde görülmemiş bir hürmet ve ihtimamla istiflemiş. Tam altı gün sürmüş bu yükleme işi. Yedinci gün, altı gündür ağlayan gözü yaşlı annesinin elini öpmüş, yüzü tırnak yırtığı olan kız kardeşine sarılmış. Tam yola çıkacağında Koca Pir’e haksızlık yapıldığını düşünen, aşkı şu dünyada her şeyin üzerinde tutan çocuksuz yedi çift çıkagelmiş. Koca Pir’in eteğine yapışmış ve hep birlikte yola koyulmuşlar. Geride kalanlar ellerinde işlemeli mendil, gözlerinde yaş köyün çıkışına kadar onlara eşlik etmişler. Yol boyunca köyün ulularından son kez ricacı olunmuş, onların ayaklarına kapanılmış lakin katır gibi inatçıymış onlar, aldıkları karar kesinlikle uygulanacakmış. Yoksa lanet bu köyün yakasını bırakmazmış. Böylelikle Koca Pir’in yularını çektiği bembeyaz atın sürüklediği arabanın ardında yedi çocuksuz çift ve onların yanlarında götürdükleri kasları titreyen atlar, şefkatli koyunlar, güçlü koçlar, hüzünlü kuzular, sütten yeni kesilmiş buzağılar bir bayram alayı misali köyden çıkmış. Köyden çok fazla ırayamadan köyün delisinin de uzaktan uzağa onları takip ettiğini fark etmişler, el edip göz süzmüşler, o da bir gürgen dalından yaptığı atına atlayıp rüzgâr gibi yanlarına ulaşmış.
Yürümüşler, dağları aşmışlar. Yürümüşler, gürül gürül akan derelerden atlamışlar. Yürümüşler, dümdüz ovalardan toz kaldırmışlar. Yürümüşler, balta girmemiş ormanları artlarında bırakmışlar. Koca Pir ardına bakmadan yürümüş, köyün delisi gürgenden atında dimdik bir şekilde yanı başındaymış. Ardındaki çocuksuz yedi çiftin her birinin birer çocuğu olmuş. Yürümüşler. Koca Pir “İşte, burası yeni köyümüz.” diyene dek yürümeye de ant içmişler. Ayakları patlasa da, parmakları kırılsa da yürümeye yemin etmişler. Geçtikleri yerlerde kuşlar şakıyarak selamlamış onları, ceylanlar Koca Pir’in önüne düşüp yol göstermiş onlara. Karlı mevsimde üşümesinler diye kurtlar postlarını soyunup onlara sunmuş. Ağaçlar onlar için türkü söylemiş. Dereler onlar geçecek diye suyunu kesmiş. Çimenler onlar için padişah döşeği olmuş.
Devamını okumak için tıklayınız
